Bilindiği üzere geçen günlerde Van'da büyük bir deprem yaşandı. Oradaki bu doğal felakete pek çok farklı yaklaşım oldu. Cezalarını çekiyorlar diyen de oldu, yardım etmek gerekir diyen de. Ben ikinci grupta olduğumu belirterek bir kaç noktaya değinmek istiyorum.
Öncelikle, cezalarını çekiyorlar diyenlerin Tanrı katıyla araları çok iyi herhalde. Öyle ise, bana sayısal loto şanslı numaraları ulaştırsınlar bir zahmet. Ayrıca, 17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999'da da biz Türkiye'nin batısında yaşayanlar da depremler yaşadık. Bir zahmet bizim suçumuz ne imiş onu da sorsunlar. Ek olarak, iyi olmuş diyenler bilmiyorlar mı ki terörün asıl amacının ülke insanları arasına düşmanlık sokmak olduğunu acaba? Böyle ırkçı yaklaşımlar ile belki bilmeyerek belki de provokatör olarak terörü destekleyenlerin ekmeğine yağ sürmüyorlar mı? Diğer bir deyişle, eğer etnik köken farkından dolayı Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ölmesinden zevk alır hale gelenler, nasıl oluyor da Türkiye'nin bölünmezliğini savunabiliyorlar? Sen; kardeşine zor gününde yardım etmezsen, oh iyi de oldu dersen neden aynı sınırlar içinde yaşayasın ki o zaman? Ayrılalım gitsin, nasıl ki anlaşamayan karı-koca ayrılıp ayrı yollara gidiyorlarsa. Gerçek bir Türkiye vatanseverine yakışan, elinden geldiğince Van'a yardım etmek olmalıdır. Yardım edemiyor veya etmiyorsa da, en azından kin ve nefret yaratıcı söylemlerden, hareketlerden kaçınarak çevresini de bilinçlendirmelidir. Ben kendi adıma, Türk olarak yaratılmış olmayı büyük bir gurur sayıyorum. Ancak Van'daki insanları da etnik köken ayırmadan kendi kardeşim olarak görüyorum. Çünkü, aynı bayrak altında ve aynı sınırlar içinde aynı hüviyete sahip olarak yaşıyoruz.
Sonuç olarak, Van'daki insanlar da bizim kardeşimizdir. Ayrımcı ifadeler, PKK'nın işine gelir. Bu nedenle, bu deprem afeti sonrası kışkırtıcı açıklamalardan kaçınan Devlet Bahçeli'ye Nurettin Demirtaş'a ve Bahçeli'nin barışçı söylemini destekleyen Osman Baydemir'e bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak teşekkür ediyorum.
Şunu unutmayın ki, Türkiye'nin düşmanı Kürt kökenli vatandaşları değildir. Düşman PKK'dır. Biz, Türkiye'nin Türk kökenli vatandaşlarına düşen, Kürt kardeşlerimizi bizden, ülkeden ve devletten soğutmamaktır. Diğer bir deyişle, masum Kürt vatandaşı PKK'nın kucağına itmemeliyiz.
...Enkazdan Çıkarılan ancak Hastanede Vefat Eden Vanlı Çocuk... ...BİRGÜN BİZİM ÇOCUKLARIMIZ DA BU DURUMDA OLABİLİR...
Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu ve Trakyalı Hep Bir Milletin Evlatları, Hep Aynı Cevherin Damarlarıdır.
Mustafa Kemal Atatürk
!!!...2868'e BOŞ MESAJ ATARAK TÜRK KIZILAYI'NA 5 TL BAĞIŞTA BULUNABİLİRSİNİZ...!!!
Türk toplumunun meclis geleneği Türkiye Cumhuriyeti'nden evvel de vardır. 1876 Birinci Meşrutiyet ile Osmanlı'da ilk Meclis-i Mebusan yani günümüz dili ile Vekiller Meclisi açılmıştır. Bu mecliste, Osmanlı'nın imparatorluk özelliğini yansıtan bir vekil dağılımı göze çarpar. Türk mebusların yanı sıra Ermeni, Rum, Arap, Arnavut ve Musevi vekiller de bulunmaktadır. 1908 Meclisi de benzer özellik gösterir. 1918 yılında yenik çıktığımız Birinci Dünya Savaşı sonrasında bilindiği üzere Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Anadolu'da halkı temsil eden yeni bir meclis kurarlar. Aslında bu yeni tanımını farklı değerlendirmek gerekir. Aslında Ankara Meclis'i, Misak-ı Milli'yi kabul ettiği için dağıtılan Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin Anadolu'da yeniden doğmuş halidir. Anadolu'dan seçilen vekiller ile İstanbul'dan İngiliz tesiri ile kaçan Osmanlı Meclisi'nin vatansever vekilleri Ankara'da toplanmıştır. Bu vekillerin amacı öncelikli olarak ülkeyi düşman işgalinden kurtarmaktır. Önemli ve konumuzla asıl alakalı olan nokta ise bu mecliste hiçbir gayrimüslim vekilin bulunmayışıdır.
TBMM tarihinin ilk gayrimüslim vekili Osmanlı döneminde mutasarrıflık yani kaymakamlık gibi görevlerde bulunmuş Ermeni kökenli Münib Boya'dır. Bu şahıs, vekilliği boyunca Ermeni Patrikhane'si ve okullarına yardım etmiştir. Aslında, bu davranışlarıyla gayrimüslim vekillerin nasıl faaliyetlerde bulunabileceğine bir örnek teşkil etmiş olsa da, yöneticilerimiz bunlardan ders almamış ve gelecek yıllarda da meclisimizde azınlık vekiller yer almıştır. Tek Parti Dönemi'nde atama yoluyla parti listeleri belirlendiğinden İsmet İnönü CHP seçim listelerinde azınlık adaylara da yer vermiştir. Bu adaylar arasında kendi şahsi doktoru olan gayrimüslim aday da vardır. Bu azınlıkların adaylar arasında yer almasının sebebi hem onları küstürmemek hem de Avrupa ve ABD'ye Türkiye'nin azınlıklarına saygılı ve demokratik bir ülke olduğunu kanıtlama isteğidir. Buna ek olarak Türk'ün engin hoşgörüsünü de gösterebiliriz.
Bu vekiller arasında Türkiye için faydalı işler yaptığını söyleyebileceğimiz kişiler hemen hemen hiç yoktur. Bu insanlar, tüm Türkiye'nin temsilcisi olmaktan ziyade sadece kendi kişisel çıkarları ve kendi cemaatlerinin sorunları için çalışmışlardır. İçlerinde zararsız vekiller olduğu gibi Mıgırdiç Sellefyan gibi TBMM'de vekillik yaptıktan sonra yurt dışına gidip Ermeni terör örgütü ASALA'yı destekleyecek kadar Türkiye düşmanı insanlar da vardır.
TBMM'de bulunan gayrimüslim vekillerden dolayı sadece Tek Parti Dönemi'ni suçlayamayız. DP listelerinden de meclise giren azınlık vekiller olmuş, ve tüm Türkiye'nin çıkarları için çalışacaklarına kendi cemaatleri için çalışmayı tercih etmişlerdir. İşin daha ilginç tarafı, 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin lideri Cemal Gürsel; Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun telkinleri ile Ermeni Harmine Agavni Kalutsyan, Rum Kaludi Laskari ve Musevi Erol Dilek'i Devlet Başkanı Temsilcisi olarak atamıştır. Diğer bir deyişle, Gürsel'in toplam beş temsilcisinden üçü azınlık kökenlidir. Bunu, yine Avrupa ve ABD'ye şirin görünmek için yapmışlardır.
Bütün bunlardan çıkaracağımız dersler vardır. Öncelikle Rum, Ermeni ve Musevi azınlık bu ülkede yaşama, eğitim görme vb. haklara tabii ki sahiptirler. Ticaret gibi işlerle uğraşarak diledikleri gibi zenginleşebilirler ve zaten zenginleşmişlerdir de. Devlet'in onlara karşı bazı yükümlülükleri vardır. Milletvekili de olabilirler, bu da onların hakkıdır. Ancak, çok yüksek mevkilere gelmeleri devlet güvenliği için zaaf oluşturabilir. Zaten günümüzde gayrimüslim vekillere de hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Önceki meclislerdeki gayrimüslim vekillerin faaliyetlerini detaylıca incelemek ve tamamına yakınının ülkenin geneli için değil, spesifik Rum, Ermeni ve Musevi cemaatlerinin çıkarlarına olduğunu görmek öğretici olacaktır. Diğer bir ders de Avrupa ve ABD için olabilir. Her zaman soykırım ve azınlıklara karşı sertlik ve adaletsizlik ile suçladıkları Türkiye Cumhuriye'ti, azınlıkları vekil olarak atayacak/seçecek ve hatta Devlet Başkanı Temsilcisi yapacak kadar hümanisttir
Gayrimüslim vekillere yer verilmesinin bir diğer nedeni de, bazı konularda uzman olmalarıdır. Örneğin, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bankacılık ve iktisat gibi işlerden anlayan eleman sıkıntısı çekilmekteydi. Bu alanlarda uzman gayrimüslimler meclise alınarak onlardan istifade edilmiştir. Burada öğretici olan nokta ise Türk çocuğunun gayrimüslimlere bilgisizlik yüzünden muhtaç olmasıdır. Eğer, bankacılık vb. gibi konularda gerçekten tam donanımlı Türkler olsa idi, meclis onları zevkle kabul edebilirdi. Öyleyse, biz bugünün Türkleri cehaletimizden kurtulmalı ve eğitime önem vermeliyiz. Geleceğin Büyük Türkiye'si eğitimli, vatansever, aydın ve ileri görüşlü Türk gençliğinin omuzları üstünde yükselecektir.
Bu yazıda genel olarak Süleyman Yeşilyurt'un yukarıdaki kitabından faydalandım.
Kendisinin bazı görüşleri çok sert ve hatta ırkçılık boyutuna kaçabiliyor. Bu nedenle okurken, biraz eleştirel gözle bakmanızı rica edeceğim. Ancak şahsın, Türkiye azınlıklarla değil çoğunluklarla yönetilmeli fikrine katılmamak elde değil.
Sultan İkinci Abdülhamid Osmanlı Devleti'nin hemen hemen son yarım yüzyılında tahta geçmiştir. 1876'dan 1908 İkinci Meşrutiyeti'ne kadar başta kalmıştır. Kendisi diğer son dönem padişahları ile karşılaştırıldığında neredeyse Fatih Sultan Mehmet ayarında bir yönetim sergilemiştir. Önemli bir nokta şudur ki: Fatih Sultan Mehmet gelişmekte olan bir devlet devralmışken, Abülhamid yıkılmak üzere olan bir devlet devralmıştır. Kendisi, iyi düşünülmüş ve dahiyane dış politikalarla Osmanlı Devleti'ni elinden geldiğince hayatta tutmaya çalışmıştır. Her ne kadar iç politikada baskıcı bir padişah olsa ve de halk ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıya da kalsa, Abdühamid zamanında ülke diğer yakın zaman padişahlarının devirlerine kıyasla çok daha iyi durumdadır. İç politikadaki baskı ise Abdülhamid karşıtlarının fazlalığından dolayıdır. Bilindiği üzere meşrutiyet yönetimi isteyenler, Abdülhamid'i bu emellerinde en önemli engel olarak görüyorlardı. Halkın durumu ise genel ekonomik sıkıntılar sebebiyle kötüydü. Buna ek olarak bazı feodal yapılar ve birtakım görevini kötüye kullanan memurlar da halkın eziyet çekmesine sebep olmaktaydı. Abdülhamid elinden geldiğince memurları ıslah etmeye çalışmıştı. Bu sebeple kendisini halkın kötü durumunun tek veya en büyük sebebi olarak gösteremeyiz. Padişah, halkını seven ve onların refahını görmek isteyen bir mentaliteye sahipti. Üstelik, her ne kadar padişah da olsa gözünden kaçırabileceği veya güç yetiremeyeceği toplumsal gerçekler ve olaylar olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Sultan İkinci Abdülhamid'in en göze çarpan kabiliyeti uluslararası durumları çok ince bir şekilde analiz edebilmesi ve mevcut durumdan Osmanlı Devleti için en yüksek faydayı sağlamayı bilmesiydi. Hoşumuza gitmese de itiraf etmemiz gerekir ki: Osmanlı Devleti o yıllarda ekonomik, askeri ve bilimsel anlamda Avrupa'nın gerisindeydi. Abdülhamid, elindeki devletin limitlerinin farkında olarak genel anlamda içte ve dışta bir Denge Politikası güttü. Örnek vermek gerekirse, Doğu Anadolu'da sorun çıkaran Ermeni tebaya karşı Kürt ve Çerkezleri destekledi. Uluslararası anlamda ise, düşman İngiltere ve Rusya'ya karşı Almanya ile yakınlaştı. Kendisi, büyük devletler arasındaki çıkar çatışmalarından faydalanarak Osmanlı Devleti'ni uzunca bir süre daha ayakta tutmayı başardı.
Dönemin uluslararası alandaki en önemli olaylarından biri Rusya ve Yunanistan'da yaşayan Musevilerin bu ülkelerden atılmasıydı. Kendisini Musevilere bir ülke yaratmaya adayan Siyonist Theodor Herzl, bu durum karşısında çalışmalarını hızlandırdı. Avrupalı zengin Museviler'in de ekonomik destekleriyle bir ülke yaratılabileceğine inanıyordu. Bu ülke Museviler'in yüzyıllar önce kovuldukları Filistin'de kurulmalıydı. Filistin ise Osmanlı idaresindeydi. Avrupa'dan kovulan Museviler Filistin ana göç merkezi olmak üzere Osmanlı Devleti'nin muhtelif yerlerine yerleşmeye başladılar. Sultan Hamid, Museviler'in Filistin dışındaki yerlere onar yirmişer hane yerleşmelerine izin verdi; ancak Filistin'e yerleşmelerini yasakladı. Sebep olarak, oradaki ticareti ele geçirip yerli halka zarar vereceklerini gösteriyordu. Üstelik gelecekte bağımsızlık da isteyebilirlerdi.Yine dikkat etmek gerekir ki, Museviler hala Filistin dışındaki yerlere yerleşme iznine sahipti. Bu, padişahın insani olarak üstün gönüllü olmasını kanıtlar. Kendisi, Museviler'in Avrupa'da eziyet görmesine tahammül edememiş ve onlara Filistin dışındaki Osmanlı topraklarını açmıştı. Herzl, Filistin'e yerleşimin de yasallaşması ve orada Osmanlı Devleti'ne bağlı muhtar bir Musevi Devleti kurulmasını görüşmek için pek çok defa Abdülhamid ile iletişim kurmak istedi. Bir kere de Abdülhamid ile yüz yüze görüştü. Bu görüşmede Abdülhamid'e devletin borçlarının %80'ini ödeme karşılığında Filistin isteğini üstü kapalı bir biçimde ifade etti. Abdülhamid ise kafasında hayır cevabı olmasına rağmen, net bir cevap vermedi. Amacı, Herzl'den faydalanmak idi. O aralar padişahın ilgilendiği temel mesele 72 milyon Osmanlı Lirası tutan borçları pazarlıklarla 32 milyon Osmanlı Lirası'na indirmekti. Herzl, alacaklı devletleri ikna etmede faydalı olabilir ve pazarlıklarda Osmanlı'nın elini güçlendirirdi. Herzl ise Abdülhamid'in orta veya uzun vadede yerleşme izni vereceğinden emindi, bu sebeple Avrupa'da Osmanlı Devleti lehine çeşitli faaliyetlerde bulundu. Amacı, Abdülhamid'e hoş görünmek idi. Pek çok defa İstanbul'a geldi ve bazı saray görevlileri ile görüştü. Ne var ki Abdülhamid hala izin vermemişti. Bu arada, Osmanlı Borçları pazarlıklar neticesinde yarı yarıya azaltıldı. Abdülhamid'in artık Herzl'e ihtiyacı kalmamıştı. Bu sebeple 1903'te Herzl ve temsilcileri ile olan görüşmeler kesildi. Herzl ise 1904'te vefat etti. Theodor Herzl'e milletine aşırı derecede bağlı olduğu ve fikirlerinin peşinden yılmadan koştuğu için saygı göstermek gerektiğini düşünüyorum.
Duruma biraz daha ayrıntılı bakarsak, Filistin'de bir Musevi Devleti o dönem için kurulamadı. Ancak, bazı memurların rüşvetçiliği ve yerli Arapların toprak satması ile Abdülhamid'in satışını yasakladığı topraklar Musevilerce uzunca bir zamandır satın alınıyordu. 1908 yılında başa gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti yanlış bir kararla, zaten uygulanamıyor, diyerek Filistin'e yerleşme ve toprak satışı yasağını kaldırdı. Filistin'e en büyük Musevi göçleri ise Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz hakimiyeti zamanında oldu. 1948 yılında İsrail, Araplara karşı mücadele neticesinde kuruldu.
Peki Abdülhamid kendisi Musevi Devleti'ne izin verse ne olurdu? Buna verilecek cevaplar varsayımdan öteye gitmese de, üzerine teoriler geliştirmek faydalı olacaktır. Yaklaşımlardan biri olarak Museviler'in Filistin'e yerleşmesi durumunu irdeleyebiliriz. Herzl, Museviler'in sadece muhtariyet istediklerini söylüyordu. Museviler, vergilerini verecekler ve askerlik yapacaklardı. Herzl ayrıca Museviler'in en sadık tebaa olacağından ve Osmanlı Devleti'ni ekonomik olarak kalkındıracaklarından bahsediyordu. Buraya kadar her şey güzel görünüyor. Ancak, Museviler'in ilerleyen dönemde tam bağımsızlık istemeyeceğini kimse garanti edemezdi. Üstelik, bölgede bulunacak Museviler Araplara ekonomik zarar da verebilirdi. Abdülhamid İslamcı ve İslam Halifesi olduğundan bölgenin İslam ahalisinin çıkarlarını ön planda tutuyordu.
Herzl ve İkinci Abdülhamid Kapakta Görülüyor
Sultan İkinci Abdülhamid'i Anlatan Bir Marş
Sonuç olarak, Sultan Abdülhamid Filistin'e Musevi göçünü engellemek için elinden geleni yaptı. Araplar bile Musevilere toprak satarken Türk Sultan o bölgeyi muhafaza etmeye çalışıyordu. Theodor Herzl'i ise akıllıca bir yöntemle oyalayarak uluslararası alanda Osmanlı çıkarları için bir nevi kullandı. Bugün Filistin bölgesinde hem İsrailliler hem de Filistinli Araplar birbirlerine kin besliyor ve birbirlerini öldürüyorlar. Biz ise şunu gönlümüz rahat şekilde söyleyebiliyoruz ki orada akan ne Arap kanından ne de Musevi kanından Sultan Abdülhamid sorumlu değil.
NOT: Konu hakkında daha detaylı bilgi için Vahdettin Engin'in Yeditepe Yayınları'ndan çıkan Pazarlık adlı eserini inceleyebilirsiniz. Tavsiye ederim...